10 Şubat 2013 Pazar

Bosna Hersek Şubat 2013

Bosna Hersek herhalde hiç bir zaman listemde olmayacak idi. Belki bir zaman Mostar ama Saraybosna??? Jahorina ??? hiç sanmam. Kayak için gerekli organizasyonları erken yapmayınca Avrupa’daki son dakika fiyatları ile bizim 5 kişilik küçük ailemiz ve de mecburi yardımcı durumumuzdan dolayı durum mümkün gözükmüyor idi. 9 aylık minnoşu evde bir hafta bırakmak ise biraz zor gözüküyor idi. Hal böyle olunca yurt içi alternatiflere baktım. Her yerin kalabalık olacağı aşikar ama fiyatlarda öyle anormal gözüktü ki, artık vazgeçmeye başlamış idim. O sıralarda 2 sene önce Aylin ve Sibel çocuklarla beraber Jahorina’ya gittiklerini çok memnun kaldıklarını ve hatta bu sene de gideceklerini söylediler. Otele baktım gerçekten çok iyi görünüyordu. Tesisler de 1984 olimpiyatlarında kullanılmış, yakın zamanda da liftler yenilenmiş. Yani her şey gayet güzel. Fiyatlar ise son darbe oldu ve hemen bizde bu tura dahil olduk. Oraya gitmişken Saraybosna’yı görmeden geçmek olmaz deyip bir gece Saraybosna ve 4 gece de Jahorina kayak merkezinde kalacak şekilde organize olduk. Bu durumda Tibet’i evde bırakabilecek idik, sadece 5 gece !!!! Uçak saatleride bize çok uydu Salı akşamı saat 1730 uçağı ile Saraybosna’ya 1,5 saatte THY nin gıcır bir Boeing’i ile vardık. Saraybosna’nın tam merkezinde, eski çarşının ortasında oranın en eski oteli 1800 lerin sonlarından kalma Hotel Europe’a yerleştik. Odamız gayet büyük bir one bedroom daire idi. Çocuklar bayıldı. Otele hemen yerleşip ardından eski çarşıda kısa bir gezinti yaptık. Hava bir hayli soğuk idi. Reklamlarını gördüğüm Galatasaray lokantası hemen otelimizin arkasında imiş meğer isem. Oraya girdiğimizde lokantanın sahibi Tarık Bey karşıladı bizi. Tarık Bey eskiden GS da oynamış Tarık Bey imiş meğerse. Gerçek bir GS ve Türkiye aşığı. Meşhur Cevabdzinica (cevapcici) nin en iyi adreslerinden biri. Sohbet ederken bizim İnegöl köfteye benzer kebabları, el yapımı pidelerinin arasında mideye indirdik. Gayet lezzetli idi. Bu arada Cevabdzinica için bir diğer adres olarak da Mrkva idi ama onu deneme şansımız olmadı. Yemekten sonra biraz eski çarşıda turladık. Bol bol bizim klasik kahvehanelerden var. Ufak ufak bir hayli kafe de var ama genelde küçük olduğu için sakin bir şehir. Şehrin dışına doğru heryerde olduğu gibi burada da alışveriş merkezleri baş göstermiş ve yeni hayat belli ki buralarda. Bol bol da Türk markası var. En hareketli yer Hotel Europe’ın kafesi idi ki gerçekten çok keyifli, eski, klasik bir Avrupa kafesi. Sıcak çikolata ise bu ülkede gerçekten her yerde çok güzel yapılıyor. Burda ilk tattık ama seyahat boyunca her yerde çok başarılı idi. Ertesi sabah küçük bir şehir turu daha atıp, ilk olarak Prens Ferdinand’ın öldürüldüğü tarihi köprüye vardık. Aslında hemen bu köşede o dönemi, suikasti ve savaşın başını anlatan bir müze var ama maalesef tadilat sebebi ile kapalı idi. Esas şehir müzesi de kapalı idi. Dolayısıyla bizde bol bol yürüdük. Savaşın etkileri halen yoğun bir şekilde hissediliyor şehirde. Öncelikle halen bir sürü savaşta zarar görmüş bina var etrafta. Mezarlıklarda şehrin ortasında. Bir bize mi öyle geldi bilemedim ama şehirde gergin bir hava var. Sanki her an yine savaş yine başlayacakmış gibi. Müslüman, Hırvat ve Sırp lar bir arada olduğu için belki de öyle algılanıyor. Sanki savaştan sonra sadece bir taraf kalabilirmiş gibi. Oysa yine bir arada yaşıyor insanlar ve ülke iki federasyon. Biri Müslüman ve Hırvatlar diğeri ise Sırplar. Ama genel olarak Slav ırkının sert fiziksel görünüşü her an kavga çıkacakmış hissi veriyor. Gezilmesi önerilen yerler tarihi çarşıdan sonra birkaç kilise, sinagog, cami, Latin Köprüsü, tarihi Bascarsija çeşmesi ve Belediye Binası. Biz sadece Gazi Hüsrev Paşa Cami, Çeşme ve köprüyü görebildik. Caminin içine girmedik ama avlusuna girdik. Kapısı ve ön cephe süslemeleri gerçekten güzel ve özel idi. Gitmek istediğimiz birde tüneller var idi. Savaşta havalimanının kontrolü UN de imiş ama etrafı Sırp ordusu tarafından çevrili imiş. Dolayısıyla şehre giriş ve çıkış bu tünellerden yapılıyormuş. Bu gün bir kısmı gezilebilir durumda imiş. Bu arada tesadüfen bir galeride Türk Başbakanlık tarafından desteklenen “Sen Benim Şahidimsin” sergisini gezdik. Sergide Srebrenica’da 1995 de yaşananlar ile ilgili fotoğraflar, videolar ve bazı diğer arşivler var. Galeride sergileniş biçimininde etkisi ile gerçekten çok etkileniyor insan. Hele öldürülenlerin hepsinin yaşlı, genç ve çocuk ama erkek olduğunu fark edince, aman Allahım demekten kendini alıkoyamıyorsun. Gerçekten bu çağda Avrupa’nın ortasında UN’nin kollarında nasıl olabilir, herkesin, hepimizin utanması lazım. Öğleden sonra Jahorina’daki Termag otelin yolladığı minibüs ile dağa çıkıyoruz. Otele gelene kadar etrafta o kadar az kar vardı ki, bayağı bir şüphelendim gidişattan. Ama bir şekilde dağın kayılan tarafı gayet iyi idi. Termag otel 4 yıldızlı ama, özellikle bizim Kartalkaya Otelleri utansın. Onların nerdeyse ¼ fiyatına, şahane odalarda, ciddi düşünülmüş, tasarım bir otelde, gayet rahat, itiş kakış olmadan güzel bir 4 gün geçirdik. Lift ücretleri, kayak ders ücretleri ve kiralama bedelleride bizdekinin yarısı. Pistler uzunluk ve kalite olarak Kartalkaya kıvamında ama liftlerin hepsi yepyeni ve hepsi oturmal,ı 6 lı, hatta üstü kapalı. Ancak dağ çok yüksek değil 1900 mt gibi bu yüzden güneş açtı mı kar hemen erimeye yüz tutuyor. İlk gün ve ikinci gün güneş çok güzel idi. 3.gün kar biraz bozuldu. 4. Gün yağmur yağdı ama o gece bir güzel kar yağınca, son yarım günümüzde kar çok keyifli idi. Ah nasıl unuturum, seyahatin en hareketli gecesi cumartesi Aylin’in doğumgünü idi. Her ne kadar bazı detayları instagram da paylaşmış olsam da, özel hayata saygıdan dolayı daha fazla detay vermeyeceğim. Artık siz kalanı Aylin’e hatta Sibel’e sorun. Tufan, Yiğit ve ben beraber, Esma ile Defne de beraber ders alıyorlar idi. Ama ben ikinci gün düşüp farkına varmadan sakatlandım. Birde üstüne kaymaya devam ettim ama öğlen baktım durum olacak gibi değil. Öğleden sonra ve sonraki iki gün kaymadım. Son gün karda güzel olunca dayanamadım yine kaydım. Ama dönünce anladım ki kaymamam lazımmış; yumuşak doku zedelenmesi. Pazar akşam uçağıyla da döndük zaten. Uçağımız 40 dk kadar İstanbul üstünde dolanmasa idi, lokum gibi evimize varıp, Tibet imize kavuşacak idik! Uzun lafın kısası, Jahorina’ya kaymaya hesaplı ve gidip gelmenin kolay olması sebebi ile gidilir. Uçak 1,5 saat, havalimanından otel 40 dk ve sadece 40 euro. Otel şahane ve Türkiye’nin 1/4 fiyatına. Yemekler çok daha güzel, şaraplar güzel ve çooook ucuz. Pistlerde kırmızı ve mavi, bizim gibi orta karar kayanlar ve yeni başlayanlar için gayet yeterli. Otelin dışında hayat çok hareketli değil ama birkaç farklı cafe ve bar da var.

26 Ekim 2011 Çarşamba

EVLAT ACISI

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19075217.asp

6 Temmuz 2011 Çarşamba

EN GÜZEL DOĞUMGÜNÜ PARTİM !

Bu gün 39. doğumgünüm. Bodrum'dayım ve bir doğumgünü planım yok idi. Ama canım oğlum, prensim sabahtan bana süpriz doğumgünü partisi hazırlıklarına başladı. Önce anneanneyi kandırıp ki bu maddi destek için gerekli, parti alışverişine gittiler. Bilumum abur cubur alındıktan sonra bana süpriz hediyeler aldılar.
Defne cik aslen nihale olan bir seramik pano almış bende ona jest olsun diye ona bir ayak uydurup kütüphaneye koydum. Oğluş ise çiçekler almış ve bahçeye dikmiş bana süpriz olarak !
Akşam yemeğinden sonra ise partiyi hazırladılar. Gerçek süpriz ise pasta oldu. Buralarda bulamadığım için pasta almamış idim ama oğlum mini brownieleri yanyayna dizip üzerilerine de umları koyup şahane bir pasta yapmış. Gerçek süpriz oldu. Yiyecekleri, masayı ve içecekleri hazırlamış idi ve heyecanla herkese ikram yaptı. Ardından klasik dans şov ve partihavuzda devam etti. Beni havuza ittiler ve kendileride tabiki hemen ardımdan. Havuza defalarca atlayıp gösteriler vs yaptılar.
Her şey bitimce de oğlum herşeyi toparladı ve temizledi.
İnanılır gibi değil ama ilk organizasyonun başarı ile tamamladı ve annesine bu güne kadar ki en güzel doğum gününü yaşattı.
Teşekkürler Yiğit, teşekkürler Defne !

23 Haziran 2011 Perşembe

Ambalavao, Hürriyet Seyahat, 20 Haziran 2011

Doğal parkları, sıcakkanlı yerel halkı için görmeye değerEsra ERDOĞAN20 Haziran 2011İstanbul’da yaşayan Güher Abacı (39), inşaat mühendisi. Sanatın yanı sıra seyahat etmeye ilgi duyuyor. Abacı, Madagaskar seyahati sırasında ziyaret ettiği Ambalavao şehrini anlattı. “İpek dokumalarını ve şaraplarını keşfettim. Doğal parklarına, sevimli çocuklarına, yaban hayvanlarına hayran kaldım” diyor.Ne sıklıkla seyahat edersiniz?
- Seyahat etmekle ilişkim ilgi duymanın ötesinde. Yılda sekiz on kere seyahat ederim.
Daha önce nerelere seyahat ettiniz?
- Avustralya ve Antartika dışında ayak basmadığım kıta kalmadı. Uzakdoğu ve Afrika favorilerim arasında. Çin, Tayland, Vietnam, Kamboçya, Singapur, Malezya, Endonezya, Senegal, Güney Afrika, Madagaskar, Mauritius, Maldivler, Mısır, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, Peru, Küba, Amerika ve Rusya’nın yanı sıra birçok Avrupa ülkesi gördüm.
Ambalavao’ya gitmek nereden geldi aklınıza?
- Geçen mayıs ayında yaptığım Madagaskar seyahatimin bir parçasıydı. 3 gün kaldım. Burası kırsal Madagaskar’ın tüm rehberlerce en görülmeye değer kenti olarak tanıtılıyor. Ayrıca yakınında “eco-reserve” olarak geçen, özel bir doğal park var. Burada da Madagaskar filminin de kahramanı olan “ring tailed”, halkalı kuyruklu lemurları kolaylıkla görebilirsiniz.
Ambalavao tam olarak nerede yer alıyor?
- Madagaskar’ın ortalarında sayılabilecek Haute Matsiatra Bölgesi’ndeki 5 kentten biri. Madagaskar’ın ortasındaki dağlık alanın en güney noktası. Ülkenin birkaç anayolundan biri olan RN7 üzerinde. Buradan sonra doğa değişiyor ve ormanlar yerini önce tarlalara sonra da çöle bırakıyor.
Oralarda yapılacak etkinlikler neler, gezip görülecek yerlerini anlatır mısınız?
- Ambalavao, Madagaskar’da ipek dokumaları ve şarapları ile bilinen bir bölge. Şehirde gezerken küçük el tezgahlarında dokunan ipekleri görebilmek mümkün. Ayrıca her yerde kullanlılan rafya sepet ve şapkalara da burada sık sık rastlayabilirsiniz. Yine bunları yapan kadınları da sokaklar boyunca görebilirsiniz. Bu şehrin bir özelliği de bölgedeki en büyük zebu (Türkçesi hörgüçlü Hint sığırı) pazarının burada kuruluyor olması. Zenginlik göstergesi olan zebular, günlerce süren, çoğu yaya yolculuklardan sonra, alıcı bulmak üzere buradaki pazara getiriliyor ve bizdeki kurban pazarları gibi, hayvanların özelliklerine göre pazarlık usulü satışa sunuluyor. “Anja Reserve” eco turizm olarak tanıtılan özel bir işletme. Bu parkta 400 kadar lemur yaşadığı kaydedilmiş. Bölgedeki lemurlar, halka kuyruklu olarak adlandırılıyor ve elinizi onlara uzatmadığınız sürece, insanlara gayet dostça yanaşıp pozlar veriyorlar. Yine Ambalavao’dan ulaşılabilecek Andringitra Doğal Parkı da gezilecek yerler arasında.

BEYAZ ADAM GELİR SENİ ALIR GÖTÜRÜR

Konaklama imkanları nasıl? Siz nerede kaldınız?
- Kalınabilecek standartlarda hemen hemen tek yer Hotel Aux Bouganinville. 2 otel daha mevcut ama tavsiye edilebileceğini düşünmüyorum. Tek katlı bitişik odalardan oluşan bu tesis, bol çiçekli ve güzel bahçesi ile Ege’deki basit tatil köylerini andırıyor. Burası Antaimoro kağıt atölyesi ile aynı kompleksin içinde. Burada kağıt yapımını izleyebilir, hediyelik muhtelif el yapımı kağıt ürünleri alabilirsiniz. Şehrin merkezi ve pazara çok yakın olmakla beraber sessiz sakin bir yer. Lokantası da standartların üstünde. Zaten yemek için burası dışında bir alternatifiniz de pek yok.
Başınızdan ilginç olaylar geçmiş olmalı...
- Ambalavao’da, şehirden Anja Reserve’e kadar 2 köy, 2 dere ve de yüzlerce pirinç tarlasından geçerek 7 saat süren bir yürüyüş yaptık. Her yerde olduğu gibi burada da çocuklar peşimizi bırakmadı. Sürekli “merhaba yabancı” diye bağırıp arkasından da bonbon veya hediye istiyorlar. Vermek istesek de birkaç seferden sonra vazgeçtik çünkü etrafta kimseler yokken 2 çocuk görüyorsunuz, şeker veriyorsunuz ve bir anda nereden geldiğini anlayamadan etrafınızda en az 20 çocuk toplanıyor. Derelerden birini kenarında zebularına çobanlık yapan bir çocuk ve yanında da 3-4 yaşlarında daha küçük bir çocuğa rastladık. Etrafta kimseler olmadığını düşünerek küçük olana şeker uzattık. Çocuğun bizi fark etmesi ile çığlığı basması bir oldu. Böyle bir çocuk ağlaması herhalde hiç duymamıştım. Şaşırdık bu duruma. Sonradan öğrendik ki, küçük çocukları anneleri bizdeki “öcü” misali, “beyaz adam gelir ve seni alıp götürür, yer” diye korkuturlarmış. Sanırım bu çocuk da bizi görünce bu tembihleri hatırladı ve çığlığı bastı.
Yine benzer bir hikaye şöyle gelişti. Otomobil ile ilerlerken güzel bir manzaranın fotoğraflarını çekmek için bir yerde durduk. İlk başta görünen birkaç çocuk yine bir dakika içinde 30 tane oldu. Biz de vazgeçip ilerleyelim boş bir yerde dururuz dedik. Otomobil ile 200-300 metre ileri gittik ve gerçekten etrafta hiç kimsenin gözükmediği bir yerde durduk. Tam arabadan indik ki, çalılıkların arkasında saklanmış bekleyen 5 çocuk bir anda yanımıza koştu, devamının da geleceğini bildiğimiz için hızla kaçtık. Çocukların bu yaklaşımı sadece bir şey istemelerinden değil sanırım, bu aynı zamanda onlar için bir eğlence.
Oraya gitmek isteyenlere neler önerirsiniz?
- Madagaskar’da seyahat etmek isteyenlerin beklentilerini netleştirmeleri gerek. Toplu taşıma kullanmak neredeyse imkansız. Ambalavao’ya ulaşmak için özel ve şoförlü bir otomobili şiddetle tavsiye ederim. Seyahatlerin gündüz yapılması, güvenlik açısından şart. Zaten araçlar gece seyahat etmiyorlar. Otellerde de yine beklentileri düşürmek gerekiyor. Temiz olmakla beraber oldukça eski ve basitler. Sivrisinek çoğu yerde problem. Zaten sıtma için tedbir alınması Türkiye’den gelenler için şart. Ambalavao etrafında bir iki trekking rotası mevcut. Trekking seviyorsanız, varış ve gidiş mesafeleri düşünülürse, en az iki tam gün, biraz da dinlenmek için vakit ayırılabilir. Pazar yeri çok büyük olmamakla beraber hareketli. Burada da bir iki saat geçirilebilir. Bunun dışında zebu pazarı da görülmeye değer.
Bu mevsim gitmek için iyi bir zaman mı?
- Evet, biz gittiğimizde yağmur mevsimi henüz bitmişti ve sıcaklar henüz başlamamıştı. Ekvator kuşağında olması sebebi ile yağmur mevsimi dışında her zaman seyahat edilebilir.

En sevdiği beş şehir: Kudüs, Siem Reap, Barselona, Cuzco, New York
Seyahate hangi ulaşım aracıyla gider? Uçak
Seyahatte ne yer ne içer? Yerel yiyecekler
Seyahatte nerede kalır? Orta ya da üst sınıf otellerde
Kiminle seyahat eder? Eşi ve çocuklarıyla
Seyahatten ne alır? Yerel kıyafet, aksesuvar ve hediyelikler
Seyahatte ne okur? Seyahat rehberleri, roman
Seyahat çantasının vazgeçilmezleri neler? Güneş gözlüğü, not defteri ve kalemi, cep telefonu

http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/18067704.asp?gid=56

16 Ocak 2011 Pazar

Paris 12-15 Ocak 2011, İnci Eviner

Yılbaşı partisinde Tamer Alkan Tufan'a ısrar etmiş ki İnci Eviner sergi açılışına Paris'e beraber gidelim diye. Biz o haftasonu zaten Kartalkaya'ya gitmeyi planladığımız için üstünde durmadım. Ardından aynı haftasonu GS yeni stadı açılışı da olduğu için kayağı bir hafta erteledik. Tufan da hadi gidelim Paris'e diye ısrar etti. E güzel fikir tabi de çocuklar, uçak bileti, çok az vakit var (tüm bunlar 8 i cts konuşuluyor) derken, bileti ayırrtım ve önce Megi yi arayıp organizasyonun içeriğini öğrenidim. Onlarda Ela, Nazan ve Hande ile önce Londra ordan da Paris yapıyorlarmış. Ardından Seza'yı aradım. O da demez mi bende aynı gün gidiyorum, gelin gelin, Güllü, Akın ve Tayfun da geliyor diye. E hiç biri yakınımız değil ama hepsi beraber olmak isteyeceğimiz tanıdıklar. Bizde karar verdik ve yola koyulduk. Tufan tabiki bir iş organizasyonu da yaptı.

Çarşamba akşamı geç bir saatte vardık ve Seza sağolsun evde bizi bekliyor idi. Şahane bir loftta yaşıyor. Evi gerçekten çoooook güzel. Eski bir bilardo fabrikasından koloniyel avlulu birn bina yaratıp farklı loft ve stüdyolar yapmışlar. Perşembe günü evden geç saatte çıkıp Christian (Ouvrie) ve eşi ile Place Des Vosges de buluştuk. Ama bir dakika önce evden çıkışımızı anlatmam lazım. Seza yalnışlıkla benim telefonumu almış ve de anahtarını unutmuş. Bu durumu haberdar etmek için aradığımızda bunların hiç farkında değil idi ve Tufan'a "Güher ne komplike bir şey yapmış tüm telefonlarını bana yönlendirmiş ve arayanların ismi çıkıyor" demezmi?
Neyse saat 1530-1600 gibi evde buluşmak üzere ayrıldık. Hava şahane olduğu için yarım saat gibi yürüyerek tam vaktinde vardık. Uzun öğle yemeğinin ardından eve ulaştık ancak Seza nın evine girmek için önce şifre ile açılan iki farklı kapıdan geçmemiz gerekiyor idi ki ben kodlarını telefonuma yazmış idim ve telefonum Seza da kalmış, tam fiyasko. Seza ile kapıda buluşabildik iyiki.
Akşam için giyinip, İnci Eviner sergi açılışına Musee d'Art Moderne e gittik. İlk kez Paris te bir sergi açılışına gittiğim için kalabalık hakkında yorum yapamayacağım ancak, İnci'nin video işleri, ritmi bizi çok etkiledi. Tufan daha çok Parlemento'yu beğendi ama 3 farklı projeksiyon ile yansıyan "Broken Manifestos" beni kurgusu ve özellikle müziği ile daha çok etkiledi. Desen ve girişteki diğer video işleri için pek fazla yorum yapmayacağım. Tebrikler vs den sonra müzedeki diğer açılış olan Basquiat sergisine şöyle bir bakıp (kalabalıktan daha fazlasını yapabilmek mümkün değil idi), İnci için verilen kokteyle gittik. Kokteyle Türk ve yabancı karışık idi. Benim için en enteresanı vücut sanatçısı Orlan'ı görmek oldu. Ela boynuzlarının resimlerini çekmeye çalıştı. Bu arada kokteyl salonunun şahane manzarası nehir ve de ardında Eyfel Kulesi idi. Birde yeni öğrendim ki her saat başı ışıkları yanıp sönüyormuş. Kokteylde sıcakta bayılmadan ayakta kalmayı başarıp yemeğe Palais De Tokyo'nun lokantasına gittik. 20 kişi falan olduğu için daha iyi bir alternatif yaratılamadı ama fena değil idi bence. Yalnız herhalde 350-400 kişi aynı anda yemek yiyor ve masalar sürekli sirküle oluyor idi. Biz saat 11.30 gibi kalktığımızda halen gelen insanlar var idi. Bir perşembe gecesi herhalde yaklaşık 1000 kişi yemek yedi, fabrika gibi.....
Ardından önce St. Germanin de Florin de kahve içtik ve ardından eve dönüp Seza nın muhteşem arabasını kontrol ettik. O da ayrı bir senaryo konusu, tam Fransız. Adam sürekli arıyor, Seza sürekli kızıyor ve sonuçta araba her gece gelip her zabah geri gidiyor, henüz sonuç yok.
Cuma günü Tufan yine bir iş yemeği ayarlamış idi. Ben bu sefer gitmek istemedim çünkü başka gezecek zaman yok idi. O Gar Lyon da ki Blue Train lokantasına gitti. Çok güzelmiş. Biz de Seza ile metro ile Centre Pompidou'ya gittik. Aslında amacımız modern sanat görmek idi ama çok iyi kurgulanmış bit Mondrian / De Stijl sergisine kendimiz kaptırdık. Benim için tabi ki çok yeni ve bilgi dolu bir sergi idi. Biraz ara verip, bir şeyler atıştıralım diye en üst kattaki "George" a gittik. Önce önümüze kapı gibi dikilip rezervasyonumuz olup olmadığını sordular. Yalnış anlaşılmasın saat 1530 ve mekanın sadece 1/4 ü dolu idi. Ardından doğal olarak cam kenarına oturmak istedik ve bize oralar VIP ler için dediler !!!! Biz dinlemeyip oturduk, tekrar yanımıza gelip ama yanınıza birileri daha gelebilir eşyalarınızı toparlayın dediler. Yuh dedik ve kıza kıza kalktık. Seza bir dolu söylendi falan filan ama bende bir şikayet mesajı atacağım.
Tam çıkışta çok güzel bir kafede şahane bir hamburger yiyerek bunu kutladık. Ardından müzeye geri girdik ama yorulmuşuz ve akşamıda düşünerek sadece mağazaları gesik ve kitap alışverişi yaptık. Sergiyi bitirmiş idik zaten ve kalanıda kalıcı koleksiyon idi. Onu başka zamanda görme şansım olur nasıl olsa diye eve döndük.
Seza gelmek istemedi, ama Tufan gidelim dedi ve Unesco daimi temsilsinin rezidansında İnci için verdiği davete gittik. Güzel klasik bir apartman dairesinde basit bir resepsiyon idi. Aynı ekip tabiki orada idi. Alev Ebuziyya, Nilüfer Göle ve Selçuk Demirel ile tanışma şansımız da oldu. Ordan Güllü, Tayfun ve Akın ile çıkıp önce eve gittik, sonra Seza'yı alıp bir içkiye Hotel Du Nord'a gittik. Burası Seza'nın evinin tam karşısında ve meşhur Hotel Du Nord filime adını vermiş eski bir otelin giriş katındaki şahane bar ve lokanta. Zaten içerisi tıklım tıklım idi. Orda bir içki içip hep beraber yine mahalledeki küçük, sıkışık ve tam Fransız misafirperverliğine ve servis anlayışına sahip ama şahane yemekler yapan bir lokantaya gittik: Verre Vole. Tıka basa, koka koka yedik ama şahane şahane idi. Ordan çıkışta artık klasik saydığımız araba kontrolü ve garaj turunu yapıp eve döndük.
Cumartesi sabahı Tufan ile kalkıp Colette in olduğu yer diye yanlışlıkla Av. Montaigne'e gittik önce. Ordan yürüyerek gelip Cafe Le Grand Corona'da kahvaltı ettik. Sonra da Palais De Tokyo. Orda "Fresh Hell" adlı bir karma sergiyi gördük. Çok etileyici değil idi bana göre. Ve tabiki çıkışta bol bol kitap ver dergi alıp eve döndük.
Artık dönüş vakti gelmiş idi, ve son eclairi de yiyip yola koyulduk.

Bu arada evde Yiğit her gece bir bahane ile ağlandı. İlk gece ödevimi yapamıyorum, anneanne beni rahat bırakmıyor diye 2-3 kre aradı.ç Bir daha bende sizinle geleceğim dedi. Ama neyse ki idare ettik zaten ikinci gece de Gülderen gelmiş idi sağolsun.

3 Haziran 2010 Perşembe

Siz aydınlaştıramadıklarımızdanmısınız ?????

5 Mayıs 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesi Güray Öz'ün yazısından alıntıdır :

Aydın kişi, yani okumanın yazmanın kendisini aydın olarak tarif etmeye yetmeyeceğinin bilincinde olan kişi, ilk iş olarak kendini, devlet ve toplum karşısındaki konumunu iyi tarif etmek durumundadır. Aydın devletle ve toplumla sorunu olan kişidir. Devlet ve toplumla uyum içindeki kişiye değil, devleti ve toplumu her anlamda eleştiren, değiştirmeye çalışan muhalife aydın deniyor ve bu yüzyıllardır böyledir. Şimdi de böyledir.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Farkındalık ve Sürdürülebilirlik

Bu gün üyesi olduğum Fikir Sahibi Damaklar tüketici insiyatifi hareketi lideri Defne Koryürek'in Terakki Vakfı okullarında yaptığı film gösterimi ve söyleşiye dinleyici olarak katıldım.
"Thousand Suns" filminden sonra bir minik konuşma ve ardından soru cevap kısmı var idi.
Defne yavaş yaşam, şıklardan çok yorumda bulunup alternatif yaratma konularından konuştukça bir kez daha bu gün durduğum konum itibari ile bundan sonrası için savunmak istediğim nedir sorusunu bir kez daha kendi kendime irdeledim.
Evet ben artık diyebilirim ki çocuklarım tercih haklarını kullanabilsinler diye çabalıyorum. Ben tercih hakkımı kullanabileyim diye çırpınıyorum. Bunun maddi kaygılarla da ilgisi olduğuna inanmıyorum. Farkındalık yaratmak istiyorum. Çocuklarım farkında olsunlar sahip olduklarının, olmadıklarının, yapabileceklerinin, yapamayacaklarının, etraflarının, ihtiyaçlarının, başkalarının ihtiyaçlarının. Duyarlı olsunlar, insana, çevreye, dünyaya.
Evet hareketin bir parçasıyım ama farklı bir noktadan bakıyorum. Gıda ve beslenme bunun en kolay anlaşılır biçimi. Bir o kadarda gerçek ve yakın, herkes için.
Farkındalık adına bakıyorum, sürdürülebilirlik adına bakıyorum. Evet lüfer bitmesin ama dahada önemlisi sadece lezzet adına değil, yaşamlarını sürdürebilmek adına lüfer ile ilişkisi olanlar adına, balıkçılar ve denizlerdeki döngü adına lüfer yok olmasın diyorum. Haksız kazanç, adil olmayan rekabet ile mücadele etmek, duyarlı olmak ve de farkındalık yaratmak adına lüfer yok olmasın diyorum.
Tabiki ben ve etrafımdakiler koyun olmasın ama sürüden de ayrılmasın istiyorum.